Gün gelir de beni unutursun, kalbimdeki bu derdi uyutursun demiştin.
Unutulmak! Aslında hepimizin ortak hikayesi, "unutulurum" kelimesinin telaffuz edildiği zaman başlıyor.
Kötü bir şey ama, kaçınılmaz son işte bu!!!
Hepimiz, yazımın girişindeki şarkı sözlerinde olduğu gibi, gün gelir bir gün mutlaka unutulacağız.
Zaman varken hayatın tadını çıkarın; işte son dediğimiz vakit yaklaştıkça, bir gün her şey bitecek.
Geçmişten günümüze asla unutamayacağımız dediğimiz sevdiklerimizi bile zamanın acımasız çarkları içerisinde çok çabuk unuttuk gitti.
Tek tesellimiz, hayat her şeye rağmen devam ediyor felsefesidir.
Ne insanlar gördük, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan!
Mezarlıklar, yaşadığı süre içinde sayısını bile bilmediği, paraya, servete ve kudrete sahip olan krallarla, kraliçelerle ve imparatorlarla dolu.
Yaşadığı süre boyunca ihtiraslarına gem vuramayan, "her yer benim olmalı" diyen insanları gidin, yattıkları mezarlıklarda ziyaret edin.
Düşününce kabına hiç sığmayan, tabiri caizse bağlasan bir yerde beş dakika durmayacak olan insanların sessizce öylece yattıklarını görürsünüz.
Aslında hayatın gerçeği budur işte.
Doğarken bile dünyaya gelme garantimiz yok. Her nefis mutlak ölümü tadacaktır; bunu iyi anlamak lazım.
Elinizden geldiğince umursamayın, hayatı dilediğinizce yaşayın, kafanıza tokadan başka bir şey takmayın, küçük şeylerle de mutlu olmayı başarabilin.
Risk alın, yapmak istediklerinizi, çılgınlıklarınızı her çağda yapın.
Farklı insan, fark yaratan, kendini fark ettiren insan olun.
Tarih kitapları, insanların ellerindeki az imkanlarla, bütün olumsuzluklara rağmen neler başardıklarıyla dolu.
Hayatın çok kısa olduğunu sadece ben söylemiyorum, herkes zaten iyi biliyor.
Bu yaşlarda insan biraz duygusal oluyor. Yaşlanınca, geçmişe duyduğumuz özlem her geçen gün artıyor vesselam.
Hayat hikayemiz, unutamadığımız çocukluk günlerimizle birlikte başlıyor aslında.
Bir önlüğü sırayla iki kardeş, bir çift ayakkabıyı birer gün arayla iki kardeş, bir kazağı bir hafta arayla iki kardeş giydiğimiz, yılda bir defa sadece dini bayramlarda bize ayakkabı alındığı zaman ayakkabılarımızı baş ucumuza koyup sabaha kadar ne hayaller kurduğumuz o güzel günleri asla unutmadık.
Jenerasyon olarak paylaşmanın ve paylaştırmanın, sosyalleşmenin zirvesini gördük.
O zamanlar aşırtmalı pantolonla gezdiğimiz, işte o zamanlar inanın ki çok ama çok mutluyduk.
Tabaklı uçurtma mı yapsak, sıçan uçurtması mı yapsak, nasıl yapsak da bunları rahatça uçursak, gökyüzüne taksak diyecek kadar, doğuştan geometri biliyorduk zaten.
Şanslıydık, çünkü mucittik. Elimizden her şey geliyordu. Her gün kendi kendimize oyunlar türetiyorduk.
Üzerine şeker ekilmiş yağlı ekmekleri nasıl iştahlı yediğimizi, yerken ne kadar mutlu olduğumuzu şimdiki gençler nereden bilecekler ki?
On ülkeden on ayrı gastronomi uzmanı gelse, üzerine şeker ekilmiş yağlı ekmeğin bizlere verdiği mutluluğu asla bilemezler.
Fakirlikten değil, istemediğim için benim hiç hazır oyuncağım olmadı; oyuncaklarımın hepsini kendim tasarladım.
Sarı parşömen kağıdından uçurtma, elmalardan, ayvalardan Zagor baltası, fındık çubuğundan ok ve yay, sarı çamdan kuş lastiği yaptım.
Sandıkçı Mehmet Efendi'den aldığım sandık tahtalarıyla direksiyonlu bilyalı araba yaptım.
Kalın demir telinden elden kumandalı, direksiyonlu plastik araba nasıl yapılır tasarladım.
Yıpranan, kopan kramponlarımı çuvaldızıyla dikecek kadar ayakkabı tamirciliği, ayakkabılarımın temiz olması gerektiğine inandığım için ayakkabı boyacılığı bile yaptım.
Limon, simit, kaymaklı dışında, şimdilerde üretilmeyen naylon poşetlerde satılan tek kullanımlık turşu bile sattım.
Çocukken bile bir şeyleri alıp satabilme gayretini gösteren bir içgüdüm vardı benim.
Şimdiki nesile bakınca ne görüyorsunuz derseniz, koskoca bir hiç derim.
Mahalle kültürünü ve o kültürle birlikte yaşadığımız atraksiyonları, sosyalleşmeleri üniversitelerde okutuyorlar mı, bilmiyorum.
Ben, beş üniversite bitirdim deyip göğsünü şişirmekle bu işler olmuyor maalesef.
Nere mezunusunuz diye sorulunca, "Ben hayat üniversitesinden mezun oldum" cevabını çok severim.
Hayat üniversitesini okumadan beş değil on üniversite bitirseniz de, yaşam felsefenize hiçbir faydası yoktur, bilesiniz.
Teknoloji çağı, çocukluğunu dolu dolu yaşayamadan emekliliğini yaşamak isteyen insanlara dönüştürdü gençlerimizi resmen.
Çocuktuk ama aynı zamanda okumadan nasıl mimar olunacağını ispat edercesine köşteki evimizin bahçesine kızıl ağaçlardan kızılderili evi bile yaptım.
O yıllarda çok kullandığımız çizgili atlas defterimin ortasından koparttığım iki yaprak kağıtla gemi bile tasarlayıp yüzdürdüm.
Mahalle bakkalımız Niyazi Amca’dan aldığım şekerlerle çikolatalarla, plastik toplarla şansını sınadım bile yaptım.
Horozlu şekerleri çok çabuk bitmemesi için yavaş yavaş yerken, golden sakızlarının bize verdiği o gizemi asla unutmadık.
Çocuk aklımızla sürekli, her gün yeni bir şeyler üretiyorduk.
Seviyorduk çocukluğumuzu! Uğraşılarımızın karşılığını görünce de mutlu oluyorduk; o bize yetiyordu.
Şimdi memnuniyetsizlik had safhada, herkes her şeyi istiyor, sonu yok bu tüketim çılgınlığının. Son kullanma tarihi olmayan ürünlere dönüştükçe özümüzden uzaklaştık.
Telaş ve acelecilikte üstümüze yok. Bir yılda yapılması gerekenlerin beş dakikada yapılmasını istiyoruz.
Sabır etmeyi bile bilmiyoruz.
Sabır, kara bir dikeni içinizden çekip çıkarmaya çalışırken, içiniz parçalansa bile hiç sesinizi çıkartmamaktır.
Görüyorum, duyuyorum, hissediyorum ama ulaşamıyorum demeyin. Hayatın başlangıç saati kurallar gereği ileri gidecek, asla geri dönmeyecektir.
Elveda gençliğim, Elveda çocukluğum dercesine çocukluğumuz ve gençliğimiz çok çabuk geçti.
Çocukluğum, çocukluğum... Bir çekmecede unutulmuş, Senelerle rengi solmuş, Bir tek resim çocukluğum...
(23 Nisan 1973'teki Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nda giydiğim kıyafetim, tam elli sene önceki bayramda gururla giydiğim bir kıyafetti. Beş yıl önce bu kıyafeti Eski Merkez Bankası'nın olduğu yerdeki şehir müzesine bağışladım. Günümüzde şehir müzesinde bu kıyafet sergilenmektedir.)
Kalın sağlıcakla...